Ahlak sadece bireyin karakteristik özelliğini yansıtan bir kavram değil; aynı zamanda sosyal-toplumsal zeminde oluşan kültürel bir üründür. Bu bağlamda ele alındığında, esasında bireyselleşmeye çalışarak hayatımızı kurtaracağımızı düşündüğümüz bu kavramdan uzaklaşma eylemi, hayatı zenginleştiren, düzene sokan ve yol gösteren bir pusula işlevi görür. Fakat bu pusula her zaman istikrarlı ve kesin bir yön göstermez. Tam olarak burada kendi karakteristik yapımızla ve biricikliğimizle sentezleyebilmeye ihtiyaç duyarız. Zaman faktörünün değişimi, kültürel etkileşimler ve göç gibi kavramlar bu pusulanın okunu sürekli olarak yeniden ayarlar.
Bireyin ahlaki yapısı, doğmadan dünyaya geldiği coğrafya ile başlar ve erken yaşlardan itibaren de gelişmeye ve şekillenmeye yönelik hareket eder. Piaget ve Kohlberg gibi bilim insanları, bu sürecin geçirdiği evrimi çeşitli evreler ile incelemişlerdir. Piaget, çocukların ahlaki yargılarını geliştirmeleri için sosyal etkileşimin önemini vurgularken, Kohlberg ise bireyin ahlaki karar alma süreçlerini sınıflamıştır. Bu tasnifler bireyin toplumun değerleriyle ne kadar bütünleştiğini ve kendi ahlaki yargılarını nasıl geliştirdiğini gösterir. Uzunca açıklamadan, kısaca bu süreçler için şunu söyleyebiliriz: Toplumsuz bir ahlaki süreç mümkün değildir. Fakat birey, sadece pasif bir alıcı değildir. Toplumun ahlaki yapısını sorgulama ve değiştirme gücüne de sahiptir. Bireyin cesareti, bazen bir toplumun kaderini değiştirebilir.
Toplumsal normlar, bireyin davranışlarını şekillendiren yazısız bir anayasadır. Ancak bu normlar her zaman mutlak değildir ve deforme olma ihtimali ve restore olma ihtimallerini unutmamak gerekir. Çok değil 4 yıl önce yapılan bir araştırmada, genç bireylerin toplumsal normları sorgulama ve kendi değerlerini oluşturma hususundaki tutumlarının, önceki nesillere göre daha yoğun olduğu tespit edilmiştir. Bu da demek oluyor ki yeni nesil, daha cesur geliyor; fakat bu cesaret “deli cesareti” mi? Bunu da siz okurların yorumlarına bırakıyorum. Tabii ki bu noktada dijital çağın getirdiği bilgiye/yanlış bilgiye erişimin ve sosyal medyanın etkisini de görmemek mümkün değil.
Bireylerin kendi ahlaki değerlerini oluşturması, toplumun genel dinamikleri üzerinde bir etki yaratırken, toplumsal normların da bireyler üzerinde baskı oluşturduğunu unutmamak önemlidir. Toplum, bireylere belirli roller ve beklentiler sunarken, bu bireylerin özgürlüklerini sınırlama potansiyeline sahiptir.
Geleceğe doğru ilerlerken, birey ve toplum arasındaki ahlaki ilişkiyi yeniden tanımlamak zorundayız. Sorumluluk ve adalet duygusu, bu yeni tanımın iki temel direğidir. Bireyler, toplumsal sorunlara karşı daha duyarlı hale geldikçe, bu duyarlılık toplumsal değişimin de bir parçası olacaktır. Bu da adaleti doğuracaktır. Örneğin iklim krizi ve sosyal adalet gibi konulara artan duyarlılık, bireylerin kendi değer yargılarını sorgulayıp, toplumu daha adil bir yere dönüştürme potansiyelini taşımaktadır.
Birey ve toplum arasındaki ahlaki ilişki, sürekli bir etkileşim ve dönüşüm içindedir. Bu dans, bireyin cesaretiyle toplumsal normların yeniden şekillendirilmesi arasında bir denge kurarken, her iki tarafın da sorumluluk taşıdığını unutmamalıyız. Ahlak, bir yerde sona ermez; her birey, kendi yaşamının ahlaki mimarıdır. Toplumun kalbinde attığı her adım, geleceğe atılan bir adım olacaktır.
Unutmayın, ahlakın en güzel halleri, bireylerin kendilerini ve çevrelerini anlamaya çalıştıkları o anlarda ortaya çıkar. Bugün kirli balkonumuzun tozu bu toplumsal ahlaktaki yozlaşmaydı. Daha güzel şekillendirebilmek, restore ederken ahlaki değerlerden uzaklaşmadan, hep birlikte bu büyülü dansı sürdürebilmek dileğiyle…